hAiku boX

hAiku boX hAiku boX hAiku boX hAiku boX hAiku boX hAiku boX hAiku boX hAiku boX hAiku boX hAiku boX hAiku boX hAiku boX hAiku boX hAiku boX hAiku boX hAiku boX hAiku boX hAiku boX hAiku boX hAiku boX

Thursday 16 July 2009

Tren Yolculugu.

Sabahın erken saatleri, kuş sesleriyle, trenin ıslığı birbirine karışıyor, kurşuni bir buhar balonu da onlarla beraber havaya...
Sessizce kenardaki bankta saatimin gelmesini bekliyorum. Elimde kıytırık bir gazete…
Gazete mi kıytırık, yoksa ben mi onu öyle tutuyorum bilmiyorum.
Kalabalık... Çok kalabalık.
Sabahın erken saatlerinde gar bir yığın insan kalabalığı ile dolup-taşıyor. Ben ise; o kalabalığın içerisinde, yalnız başıma bir köşede, kıytırık gazetemle birlikte oturuyorum.
Kalabalığa rağmen, gürültüyü duymuyorum. Sadece kuşların sesleri ve trenin ıslığı ilişiyor kulaklarıma…

Bazılarının yüzlerine yayılan tatlı gülümsemeleri, bazılarının gözlerinden akan yağmur damlalarını izliyorum.
Kavuşanlar var. Tren istasyonları onlar için çok güzel anlamlar taşıyorlar.
Ayrılanlar var. Tren istasyonlarını hatırlamak istemiyorlar.
Tek tük yalnızlar da var ve tren istasyonları onlar için özel bir anlam taşımıyorlar...
 
Basit bir trenin, basit bir tren yolculuğunun herkes için ne kadar farklı ve derin anlamları oluyormuş, o anda fark-ediyorum. Belki de çok uzun zaman önce fark-ettiğim ve bilincimin arka planlarına attığım bir düşüncemle yeniden yüzleşiyorum.

Sabahın erken saatleri, hıncahınç dolan vagonların kapıları kapanıyor. Düdük sesinin ardından, yine trenin ıslığı yankılanıyor. Bu sefer, geride sallanan birkaç ıslak mendil ve kararmaya başlamış siluetler gözüme ilişiyorlar. Öylece bakıyorum.
 
Aklıma, "öküzlerin trene bakışları..." geliyor. Gülümsüyorum kendi kendime. Muhtemelen ağlanacak halime...
Uzun zaman sonra yeniden takmış olduğum saatime bakmak için, kazağımı aralıyor ve sağ bileğimi açıyorum. Daha var... Saatimin gelmesine, daha var.
Yerimde huzursuzca kıpırdanıp, kıytırık gazetemin, kıytırık sayfalarını yeniden karıştırmaya başlıyorum. Biri sesleniyor... Daha doğrusu; aşağı-yukarı boyu benim kadar olan gazeteyi okuyabilmek için açmış olduğum kollarımdan birine dokunuyor ve dudaklarının arasında tutmakta olduğu sigarayı gösteriyor. Ne demek istediğini anlıyorum. Cebimde duran çakmağı çıkarıp, uzatıyorum.
Sigarasını ateşe veriyor, çakmağımı da geri... Dokunmuş olduğu kolumu sıkıp, gülümseyerek uzaklaşıyor. Bavullarla beraber duran ve kenarları geniş şapkasını elinde tutmakta olan kadının yanına gidiyor.
Elleriyle bir şeyler anlatırken, anlıyorum. İşaret dilini öğrenmeye çabaladığım yıllar geliyor aklıma... Çevremdekilerin tepkili şaşkınlıkları ve tabii benim öğrenmeye karşı duyduğum azmin sonunda; ortalama cümleler kurabilecek kadar öğrendiğimi anımsıyorum. Yanlarına gidip, biraz konuşmak geliyor içimden; vazgeçiyorum. Gazeteme geri dönüyorum.
Sayfaların arasındaki bir köşe yazarının anlatım diline kaptırıyorum kendimi ve bir anda hikâyenin içinde bir kahraman olarak canlanıyorum. Yazarın son noktayı koymasıyla, yeniden hikâyeden kopuyorum. Görevini tamamlamış bir okur edasıyla, istasyonun köşesinde duran bankta yeniden var-oluyorum. Okuduklarıma bu denli yoğunlaşacak kadar sessiz bir ortam olmadığını söylememe gerek yok sanırım.
"En az, gereksiz sesleri duyamayan o çift kadar sağırım. Sadece duymam gerekenleri duyacak kadar da işitme gücüne sahibim." diyorum içimden ve duymam gerekenler nedir diye düşünmeye başlıyorum.   'Duymak istediklerim, duymam gerekenler midir?' diye bir soru yankılanıyor ruhumda ve sabahın erken saatlerinde, gürültülü şehrin göbeğindeki garda kuş seslerini duyan bir başkası olup-olmadığını düşünüyorum. "Sanırım herkes aynı detaylara takılmıyor. Duyulması gerekenler de bu detaylarla şekilleniyor." diyorum, yine kendi kendime.
Bu nedenle değil mi zaten; bazen söylediğimiz bir cümlenin etkisi; beklentimizden apayrı yankı buluyor ve istemediğimiz sonuçları kucağımıza veriyor.

Bir bebeğin ağlak çığlığını duyuyorum. Düşüncelerimden arınıp, başımı sesin geldiği yöne çeviriyorum. İstenmeyen sonuçların doğuşunu düşünürken, taze bir doğumun izi olan bebeğin sesini duymuş olmayı yadırgamıyorum.
Kıytırık gazetemden vazgeçiyorum. Sayfaları olabildiğince özenli katlıyorum. Kıytırık olması, ona karşı duyduğum saygıyı azaltmıyor. Kıytırık olmasının tamamıyla onun sorunu olduğunu ve duyduğum saygının ise; benim karakterimin yansıması olduğunu biliyorum. Bu nedenle zaman zaman kıytırık insanlara, sonsuz saygıyla yaklaştığımda; kendimi eksilmiş ya da alçalmış hissetmediğimi biliyorum. Bildiklerim kadar bilmediklerimin de bilincinde, trenin raylar üzerinde bana doğru yaklaşmasını izliyorum.
...
Hayat; ne kadar da çok benziyor tren yolculuklarına, tren istasyonlarına...
Her parça, detaya inince birbiri ile bütünleşiyor adeta...
Her ikisi de, kimilerini güldürüyor, kimilerini susuz bırakıyor; kimilerini sarıp-sarmalıyor, kimilerini de buz gibi soğukla baş başa bırakıyor...
Her ikisinde de, birileri hareket ediyor… Kimisi kaçırmamak için koşturuyor, kimisi vakitlice yerini alıyor, kimisi kararsızca ortada kalıyor, kimisi öylece bön bön bakıyor ve kimisi de saatinin gelmesi için bekliyor.
Aslında kim ne yaparsa yapsın, ne hissederse hissetsin bir şey değişmiyor. Hayat akıyor, kalabalık dolup-taşıyor, belli zamanlar sakin bir sessizlik çöküyor. Hep bir işaret oluyor ve bir şekilde son buluyor. Benimsenmiş bu rutinin aşamaları; vakitleri geldikçe yaşanıyor, gelene kadar da bilinmezliğin ağırlığı hissediliyor. Tünel göründüğünde bütün ağırlıkların taşınabilir olduğu anlaşılıyor.

Yaşanmışlıklarımın hepsini yanımda duran bavulda taşıyorum. Bir yığın fotoğrafın doldurmuş olduğu albümler, ruhumda o albümlerden kalan izler, birkaç renkli kıyafet, farklı diyarlara ait bir sürü satırın bulunduğu kitaplar, not defterlerim, bir sürü kalem, anneannemin küpeleri, vakt-i zamanında bir arkadaşımın Avusturya'dan atmış olduğu kartpostallar, güzel kardeşim Sibel'in (Dramer) mektupları, örgü şapkasıyla beraber kendi yapmış olduğum bir ayıcık, halam ve eniştemin doğum günü armağanı bir fotoğraf makinesi, yakın gözlüğüm, biraz bozukluk, işe yararlılığı tartışılır kartlar/kart vizitler, bir mendil paketi, sonbaharı anımsatan bir parfüm, gereğinden fazla sıcağa neden olduğu için az önce çıkartıp bavulumun içine tıkıştırmış olduğum boyumu geçen uzunluktaki atkım, kimliğime dair bilgiler içeren bir pasaport ve ilginizi çekmeyeceğini düşündüğüm, hayatıma dair birçok zımbırtı daha...
Aghh!!! Elbette ki; kahkahalarım, göz-yaşlarım, uykusuz gecelerde üzerime sinmiş olan melankolik düşünceler, dizlerimdeki kapanmış ve kapanmamış yaralarım, ameliyat izlerim, en derinlerdeki acılarım, en yükseklerdeki mutluluklarım, uyanmak istemediğim sabahlar, uyanmayı bekleyemeyecek kadar heyecanlı olduğum için uyumadan karşıladığım sabahlar, yolduğum papatyaların yaprakları,  kalbimdeki kırıklar, kırıklardan parçalar, hayatımın bütününe ait melodiler, gidenler, kalanlar, unutulmayanlar ve hatırlamak istemediklerim... Hepsi benimle beraber gardalar. Bir kısmı bavulun içerisinde, bir kısmı bedenimde, bir kısmı da ruhumun köşelerinde yerleşmişler ve benimle geliyorlar.
Kavuşturmuş olduğum kollarımı açıyorum. Kıpırdamak için, destek almak üzere ellerimi banka koyuyorum. Bir elim bankın soğuk yüzeyine değerken, diğeri sigara paketime denk geliyor. Bir tane alıyorum, cebimden çakmağımı yeniden çıkarıp, yakıyorum. Bir süre yanışını izliyorum. Tren gibi ilerliyor…

Nereye gitsem, herşeyin benimle geleceğini fark-ediyorum.
"Gidişlerin daha büyük izler yarattığını anlamak için burada olmam gerektiğini biliyordum. Gidişlerin işe yaramaz olduklarını; kalanların işlerinin daha kolay olduğunu biliyordum." diyorum.
Önümden geçmekte olan kadın, "Bir şey mi dediniz?" diye soruyor. Şaşırıyorum.
"Ah hayır, hayır." diye cevaplayıp, gülümsüyorum. Kadın, beni işitmek için yavaşlatmış olduğu temposuna geri dönerken, ifadesiz gözleriyle gülümsüyor ve uzaklaşıyor.
Yüksek sesle düşündüğümün farkına varmam için kadının bana seslenmesi gerkiyordu; tıpkı küçükken, garip şeyler yaparken, annemin seslendiği gibi...
Ne yazık ki, büyüdükçe, kendi sesimizi duymamız gerekiyor. Aksi halde, kadının seslenişi gibi utanmaya sebep olacak durumlar gelişiyor.
Büyüdükçe, koruyucular azalıyor, korunmaya muhtaç olanlar artıyor. Her adımını kontrol etmesi gereken biri oluveriyor insan ve bu hiç de kolay olmuyor.

Sigaramın külünü kenardaki çöp kutusuna silkelemek için ayaklanıyorum. Bacaklarım bir süre tutmuyor. Böylece, ne kadar çok oturmuş olduğumu anlıyorum.
Gişelere doğru kafamı çeviriyorum, tepedeki devasa saate bakıyorum.
Daha var...
Beklemem gerekiyor.
Banka geri dönüyorum. Otururken bir eksiklik fark-ediyorum. Aldırış etmiyorum. Neden sonra eksikliğin ağırlığı çöküyor.
Bavulum!
Bavulum gitmiş!
İçimi tarif edemeyeceğim duygular kaplıyor. Ayak bileklerimden yükselen ateş gibi bir sıcaklık hissi sarıyor bedenimi ve arından dondurucu bir soğuğa bırakıyor yerini...
Her şeyim gitmiş oluyor. İçine doldurmuş olduğum her şeyim.
Taşımakta güçlük çektiğim, beni yordukları ve ağır geldikleri için söylendiğim her şeyim... Canımı yakmış olanlar, canıma can katmış olanlar...
Her şeyimi doldurmuş olduğum bavulum. Bir anlık bir hareketimle, umursamadığım bavulum... Az önce yanı başımda duran bavulum. Ne yazık ki; gidenin/gidenlerin sadece bavulum olmadığını biliyorum.
Götürmüş olan kişinin, geçmişimi ve geleceğimi, yaşanmışlıklarımı ve hayallerimi çaldığını fark-ediyorum. Pek çoğundan kurtulmak isterken, kurtulmuş olduğumu bilmek beni rahatlatmıyor. Aksine daha da huzursuz bir hal alıyorum.
Onların varlığı ile bugün burada olabildiğimi anlıyorum. Yaşamış olduğum her şeyin, her ne olursa olsun beni getirdiği noktanın değerini algılıyorum.
Bankın köşesinde duran ve benimle kalmış olan sigara paketimin yanında oturuyorum. Cebimden çakmağımı çıkarıp, bir sigara daha yakıyorum.
Giden bavulumun, giden hayatımın ardından; bir sigara daha yakıyorum.

Hayatımdan gitmiş olan tüm insanlar gibi, beynime ve ruhuma kazınıyor, bavulumun beni terk-edişi.
Biri gerçekten onu çaldı mı? Yoksa bavulum kendi mi gitmek istedi? Belki de ondan kurtulmak istediğim için, ben yolcu ettim...
Kolumdaki saate bakıyorum. İşe geç kalmamak için sigara paketimi de alıp, kalkıyorum.
Az önceki kalabalık hafiflerken, tren ıslığını çalıyor. Birileri, birilerine el sallıyor.
Gişelerin yanından geçiyorum. Bir çocuk, bir kızın beline sarılıyor. Kız da çocuğun boynuna dolanıyor. Öpüşüyorlar.
Gülümsüyorum.
Sigaramı tenekelerden birinin içine atıyorum.
Garın çıkışına doğru yükselen merdivenleri tırmanıyorum.
Zamanında; uzun bacaklı arkadaşlarımın basamakları ikişer ikişer çıkışlarına ne kadar özendiğimi hatırlıyorum. "Çocukken, nelere özenirdik..." diyerek, içimi çekiyorum. Neredeyse omzuma çarpacak kadar teğet geçen adam, gülümsüyor. Beni duyduğunu biliyorum. Aldırmıyorum.
Yolun karşısına geçip, arabamın kontağını çalıştırıyorum. Geri vitese takıyorum, dikiz aynasından geriye bakıyorum. Arka koltukta duran bavulumu görüyorum.
"Beni bırakmayacağını biliyordum." diyorum. İçimi kaplayan rahatlığın tarifiyle zaman harcamıyor ve radyoyu açıyorum.
Odtü'nün sesi, 'Modern Sabahlar' yükseliyor.
Parçaya eşlik ederken, çok sevdiğim, bana hep kedileri hatırlatan arkadaşım, Nazlıpınar (Taşkıran) aklıma geliyor. "Yarın onu kahvaltıya çağırayım, ona sucuklu yumurta yaparım, kendime de turta..." diyorum.
Farklı zevklerimizi bütünleştirecek bir kahvaltı programını düzenliyorum o anda ve ofise gidince kendisini aramaya karar veriyorum.
Arabamın penceresini açıyorum ve yüzüme çarpan serin rüzgârla beraber mırıldanarak yola devam ediyorum.

Beni, ben yapan her şeyim, güvenli bir şekilde arka koltukta...  Hayallerimin bir kısmını garda bırakmış olsam da, hayal gücüm hemen yanımda! Keyifli düşüncelerimle beraber radyonun sesini iyice açıyorum ve kafamı kaldırmamla beraber gözlerim kararıyor, frene asılıyorum. Gri bir arabayla burun buruna duruyoruz… İçindeki adam söyleniyor. Gülümseyerek, özür diliyorum.
Trafik biraz karışsa da bizim çarpışmamış olmamızla rahat bir nefes alıyor.
Her şeye rağmen, yaşadığıma seviniyorum. Az önce güvende olan bavuluma bakıyorum... Ölüm bu kadar hayatın içindeyken, güvende hissediyor oluşumuza şaşırıyorum. Pek çok önemli şeyi yok sayarak yaşıyor ve görmezden geliyoruz, bir kez daha fark-ediyorum.
Bir an önce bilgisayarımın başına geçip, yazmak istiyorum.
Nefes nefese bir halde, mümkün olduğunca kontrollü yola devam ediyorum.

Bir süre önce, garda; vazgeçmek üzere olduğum hayatıma sarılıyorum.
Yaşamaktan vazgeçenlere de radyoda çalan parçayı armağan ediyorum. ... -z.d.-
 
zeinep'in notu:
Bugünün ilham kaynağı, kaleminin mürekkebine hayran kaldığım yazar arkadaşım Tunç Aydın'ın, geçen günlerde okumuş olduğum 'hayatlarından vazgeçen yazarlara' değindiği yazısıdır… Kendisinin satır aralarında yaptığım yolculukta; düşünmeye başladım:
"Yazmaktan vazgeçersem, ölürüm! Yazarak nefes alıyorum!" dedim. Tunç'un son noktayı koymasıyla, bir süre durdum. Zamanı dondurdum.
Şimdi; "Yaşamaktan vazgeçersem, ölürüm! Yaşayarak nefes alıyorum, yaşarken yazıyorum..." diyorum.

Kendimden kaçmayı, yaşadıklarımdan kurtulmayı istemiyor olsam da, kendimi kandırmayı seviyorum. Kaçışların sadece daha büyük ve daha ağır yüzleşmeler olarak yankılandığını biliyorum.
Bugünkü yazıma bakarken; yine Tunç'un; Sylvia Platt'den yaptığı bir alıntı geliyor aklıma; "Ölüm, her şey gibi bir sanattı. Bu konuda yoktu üstüme!" ...
"Yaşam, her şey gibi bir sanattı. Bu konuda yok üstüme!" diye, yüksek sesle söylüyorum. Hem de bu sefer herhangi birini işitecek olmasından çekinmeden.
Ölümü de, yaşamın içerisinde tatmayı istiyorum. Farklı olayların içerisinde, kayıplar ya da ayrılıklarla ya da az önce yaşadığım deri-değiştirme süreçlerinden birinin eşliğinde…

Her sonun bir başlangıç olduğunu, her değişimin bir ölüm olduğunu biliyorum. Yeniden kendime hatırlatmaktan mutluluk duyuyorum.
Sancılı geçen deri-değiştirme evrelerimi anımsıyorum.
Karar vermenin ve sorumlulukların ağırlığını hissediyorum.
İzlerin anlamını biliyorum.
Bilinmezliklerin ürküttüğünü fark-ediyorum.
Beklemenin, sessiz ızdırabını duyuyorum.
Yeni öğreneceklerimi, heyecanla bekliyorum.
Beklediklerimi, özlüyorum.
Özlediklerimi, çok seviyorum.
Sevdiklerimi, daha çok özlüyorum.
Hatalarım olsa da, vazgeçmediğim sürece kaybetmeyeceğimi hissediyorum.

Otoparkta kontağı kapatıyorum. Arabaya bindiğimde, kazağımın kollarını kıvırmış olduğum için sağ bileğimdeki saati rahatça görüyorum.
Daha var...
"Henüz geç kalmamışım." diyorum.
Ve 'tren yolculuğunu' sonlandırıp; ofise girmek için arabadan iniyorum.
 
                                                       zeinepdurul@gmail.com

No comments:

“All there is...   is consciousness.”

dusler-de...

dusler-de...
ya da muallak ve araf'ta...
Early bed, Early rise, Makes a girl;
Healty, Wealthy and Wise...


- Atilla Agabey, bunu bana soylediginde yatili okula gonderiliyordum... Kulaklarin cinlasin; kocaman oldum ve hic unutmadim.